0212 251 2808 (pbx) novitas@novitas.com.tr
0212 251 2808 (pbx) novitas@novitas.com.tr

JAPONYA, BİR BAŞKA GEZEGEN

JAPONYA, BİR BAŞKA GEZEGEN

JATA Turizm Fuarı için ilk kez gittiğim Japonya’dan çok değişik izlenimlerle döndüm. Dünyanın çok farklı kıtalarında, birbirinden farklı pek çok ülkeyi görmüş olamam rağmen, Japonya’yı bunların hepsinden ayrı bir yere koyuyor ve “başka bir gezegene gittim” diyorum.
Evet, gerek kültürü ve insan niteliği, gerekse büyük ölçüde teknolojiye dayanan yaşam tarzıyla Japonya bambaşka bir dünya. Bu dünyanın kapılarını sizin için biraz aralamaya çalışacağım.
 
Sebeb-i ziyaretimiz
Japonya’ya, her yıl Eylül ayında düzenlenen JATA Uluslararası Turizm Fuarı’nı ziyaret için Kastamonu bölgesinden bir heyet olarak, Eylül ayının son haftasında gittik. Tokyo Narita havaalanına varışımızla birlikte ise, bir yanıyla sanki tanıdık ve bildik, diğer yanıyla da bambaşka, çok farklı bir dünyaya adım attık. Tanıdık ve bildik dememin nedeni, Japonların mütevazı, sevecen, dostane ve yardımsever tavırlarıyla aslında insanı hiç de yabancı gibi hissettirmemeleri. Kimi Batı ülkelerinde bunun tam tersi tavırlar, yabancı olduğumuzu bizlere her yerde ve her an hissettirir, bilenler bilir. Japonya’da bunu yaşamıyorsunuz. Üstelik Türklere tarihten gelen bir dostane yaklaşım da söz konusu. Bizim ülkemizde belki de çok az insanın bildiği “Ertuğrul faciası” olayı, Japonlar için Türkiye’yle bir dostluk köprüsü oluşturacak kadar derin izler bırakmış. 1890’da Osmanlı Devleti’nin Japonya’ya bir dostluk ziyareti için göndermiş olduğu Ertuğrul firkateyni,dönüş yolunda Japon sahillerinde batıyor ve 500 kadar denizcimiz şehit oluyor. Japonlar bu olayı asla unutmuyorlar ve o günden beri her yıl anma etkinlikleri düzenliyorlar, böylesi bir vefa söz konusu. Örneğin bindiğiniz taksinin şoförü size nereli olduğunuzu sorduğunda “Turkish” derseniz hemen yüzü gülüveriyor ve “ooo Turko Turko” diyerek tezahürat yapıyor. Tabii son yıllarda artan turizm hareketliliği de Türkiye’yi gezip görmüş olan Japon sayısını hayli artırmış. Fuarda standımızı ziyarete gelen yüzlerce Japon’un çoğu, Türkiye’ye ya gelmişti, ya da gelmek arzusunda ve son derecede aşina idi. Öyle ki, standımızda çalınan sazı tempo tutarak dinlemekten tutun, Maraş dondurmasını havada kaparak yemeye, Ispartalıların gülsuyuyla ıslanıp, köpüklü kahvelerimizi yudumlamaya kadar bir dizi aşinalık söz konusu idi. Biz de Japonların Türk kültürü deneyimlerine, çekme helva ve el dokumaları ikramımızla  bir Kastamonu katkısı sunduk… Tüm heyetimiz, tanıtım, ikram ve iletişim kurma konusunda canla başla çalıştı ve ilk fuarımız olmasına rağmen ciddi bağlar da oluşturduk kanısındayım. Artık bunun devamı için çalışmak  ve Japonları bölgemiz olan Kastamonu’da görmek çok uzak bir hedef değil. Gelelim Japon kültürüne ve yaşamına.

Japonya ayrı bir gezegen dedik. Bunda mesafenin de ciddi bir payı var, zira gerçekten bir gezegen kadar uzak bize. Şaka değil,  net 12 saat uçuyorsunuz. Son yıllarda havacılıkta hızla bir dünya devi haline gelen THY ile gururlanmak hakkımız. Bu uzun parkurlarda artık tüm dünyalıların tercih ettiği havayolu olmuş gerçekten. Gidişte filonun en büyüğü, 337 kişilik Boeing 777-300 uçağının yüzde 80’i Japon ağırlıklı yabancıydı. Biz Türkler azınlıktaydık. Bu dev gibi uçak bizi son derece rahat bir yolculukla 12 saatte Tokyo’ya ulaştırdı. Akşam saat 18.00’e doğru hava henüz aydınlıkken bindiğimiz uçak, sürekli güneşe karşı gittiğimiz için, gece yerine kısa süre sonra bizi sabah aydınlığına kavuşturdu. İlginç bir deneyimdi. Bu nedenle tersyüz olmayalım diye, uçağın bütün pencere güneşlikleri kapalı, gözlerimizde THY’nin dağıttığı bantlarla uçtuk saatler boyu. Tabii uyumak istemeyene sınırsız film, video, müzik seçenekleri, yiyecek, içecek mevcuttu. Business Class’ta uçanlar yatak pozisyonu alan koltuklarında uyuyarak geçirebildiler geceyi. Sabah Tokyo’ya vardığımızda uzun ve hareketsiz saatlere rağmen dinç ve her şeyden önce merak doluyduk. Şehir merkezine hayli uzak olan havaalanından şehre giderken nasıl farklı bir yere geldiğimizi hemen kavradık. Bir kere Tokyo çok büyük bir şehir, çok geniş bir alana yayılan ve çevresiyle birlikte nüfusu 30 milyonu geçen dünyanın en büyük megapolü. Toplam yüzölçümü 600 km2 ve havaalanından 1,5 saatlik yol boyunca aslında hep şehri katettik. Tokyo coğrafi olarak da çok ilginç bir konumda yer  alıyor.Japonya denen ülkeyi oluşturan, Hokkoida, Honşu, Şikoku ve Kyuşu isimli dört ana adadan, Honşu’nun üzerinde, Pasifik Okyanusu’na yaslanmış ve ayrıca geniş bir körfezin çevresinde konumlanmış olmasıyla, her yandan deniz tarafından sarmalanmış durumda.

Kentte inşaat alanı görece dar olduğu için ve nüfus yoğunluğu da yüksek olduğu için, kişi başına düşen yaşama alanı (m2 olarak) çok kısıtlı. Bu nedenle zorunlu olarak mimari göğe doğru yükseliyor, ortalama apartmanlar ve plazalar, iş merkezleri 30-40 kat civarında. Şehir merkezine yaklaştıkça bunların yoğunluğu artıyor ve merkeze geldiğinizde kendinizi bunların arasında miniminnacık hissediyorsunuz. Örneğin kaldığımız Hilton otelinin en üst katından aşağıya bakıldığında insanlar küçücük görünüyordu, buna karşılık karşıdaki plazaların en üst katlarında çalışanlar sanki karşımızda gibiydi. Bu sayede şunu fark edebildik: Tokyo’da iş hayatı sanki hiç ara vermiyor gibi. Kesin olarak vardiyalı çalışıyorlar ve geceye yakın saatlerde işten çıkanlar var. Bu nedenle de Tokyo’da hayat hiç durmuyor. Gecenin bir vakti ana caddeler dopdolu. Ellerinde bond çantalı, beyaz gömlekli insanlar, gecenin 11’inde işten çıkıp, soluğu yakındaki restoran ve barlarda alıyorlar ve o saatte yemek yiyip olmazsa olmaz biralarını içiyorlar. Caddeler, kaldırımlar, cafe ve restoranlar gece insan dolu. Köşe başlarında öbek öbek durup sohbet ediyorlar, sonra yeşil ışık yandığında yüzlercesi sürüler haline karşılıklı olarak caddeyi geçiyorlar. Bu manzaralar bana kimi bilimkurgu filmlerini hatırlattı.
Şehir merkezinde konutlar da böyle büyük binalarda imiş, ama ortalama daire büyüklüğü 50-60 m2’yi zor geçiyormuş, hatta 20-25 m2 evler çoğunlukta. Bizimle karşılaştırılınca hoş bir tezat. Yani biz ortalama bir Türk evine 4 tane Japon aileyi sığdırabiliriz!! Tokyo ve diğer büyük şehirlerde hayat büyük ölçüde çalışmaktan ibaret gibi görünüyor. Çalışma oranı çok yüksek sanırım, çünkü her yaştan kadın, erkek, genç hep işe ve işten şeklinde hareket ediyor. Ama bu kadar çalışmanın karşılığını alıyorlar. Herkes rahat yaşayacağı bir maaş alıyor, herkesin tüm sosyal güvenceleri, sağlık güvenceleri var, caddeler son model Japon arabalarıyla dolu. Ama buna rağmen trafik sıkışıklığı yaşanmıyor, çünkü caddeler çok ama çok geniş, trafik çok düzenli ve halkın büyük bir kesimi raylı sistemi tercih ediyor.
Raylı sistem cenneti
Japonya çok işlevsel ve mükemmel, ama aynı zamanda en pahalı ulaşım sistemine sahip bir ülke… Japan Railway adı verilen raylı sistem, (kısaltması JR) hem şehir içinde, hem de şehirlerarası ulaşımda en etkin ulaşım sistemi. Ama bunun dışında Tokyo’da ve diğer illerde metro sistemi ve başka özel demiryolu ağları var. Bütün bunlar yanyana, birbirinin altından, üstünden geçerek adeta kılcal damarlar gibi şehirleri sarıyor. Özellikle Tokyo’da her an her yerden vızır vızır trenler geçiyor. JR ve metro mesafeye göre değişen ücretlerle taşımacılık yapıyor. Birçok hatta geçerli olan “Japan Rail Free Pass”  kartını aldınız mı, işiniz kolay. Çoğu yere bilet süresi boyunca özgür bir şekilde gidebilirsiniz. Taksi her yerde çok sayıda mevcut, ama kullanılması pek önerilmez, çünkü oldukça pahalı. Ama taksi şoförlerinin nezaketini deneyimlemek için kısa mesafelerde bir iki kere binilebilir.
Şehirlerarası ulaşıma gelince, uzun mesafeleri hızla kateden muhteşem bir demiryolu sistemi mevcut. Tokyo-Osaka arasındaki 500 km’yi  2 saat 20 dakikada kateden “kurşun tren” Şinkansen’den söz etmeden olmaz.  Gün içinde (sabah 5, akşam 9 arası) her 10 dakikada 1 hızlı tren mevcut. Ama fiyatları Türkiye`ye kıyasla hayli yüksek, örneğin Tokyo-Kyoto arası tek gidiş 13.500 Yen tutuyor, yani 270 TL…
Kişi başı ortalama gelirin yaklaşık 35.000 Dolar olduğu Japonya’da, bu fiyat çoğu kimseye fazla gelmiyor olmalı ki, Tokyo-Kyoto gidiş-dönüşte kullandığım Şinkansen, her iki seferde de doluydu. Tabii turistler de dünyada başka bir eşi olmayan ve saatte 320 km hıza ulaşan bu treni sıkça kullanıyorlar.
 
Saygı, Teknoloji ve Elektronik  
Japonya’yı ve Japonları 2 kelimeyle tanımla deseler bana, şu iki kelimeyi uygun bulurdum:  “Saygı ve Teknoloji” . Saygı kavramı, Japonların tüm yaşam tarzını, hayata, doğaya, bir diğerine yaklaşımını, hasılı milletçe genel karakterini tarif ediyor. Şaka gibi gelebilir, anlaması güç olabilir, ama bu gerçek. Tüm tavır ve hareketleri, gelenek ve ananeleri, davranış şekilleri, günlük yaşamda karşınıza çıkan her şey, saygı temelinde şekillenmiş bir şema ve ritüeller dizisi takip ediyor. Örnek vermek gerekirse, taksiye biniyorsunuz, son derece içten ve samimi bir şekilde eğilerek size selam veriyorlar, nereye gideceğinizi soruyorlar, inerken de yine eğilerek ve gülerek uğurluyorlar. Tüm taksi şoförleri beyaz eldiven takıyor, beyaz gömlek, siyah pantolondan oluşan bir üniforma giyiyor. Tüm taksiler pırıl pırıl tertemiz, hepsinde kredi kartı geçiyor ve anında makbuzunuzu alıyorsunuz. Metroda yol soruyorsunuz, maalesef büyük çoğunluğu İngilizce bilmiyor, ama yardımcı olabilmek için çabalıyorlar ve mutlaka yarı bellerine kadar eğilip selam veriyorlar. Bizlere biraz yabancı ve garip gelen manzaralar, ama böyle… İşte “başka bir gezegen” dememin nedeni bu. Orada  kaldığım bir hafta boyunca, bir kere bile bir trafik kazası, kavga eden insanlar, birbirine bağıran, yüksek sesle konuşan insanlar, kaba ve saygısızca davranan insanlar, ya da yere tüküren ve bir şey atan tek bir insan bile görmedim. Evet, bir başka “tuhaflık” da şuydu ki, Tokyo’da ve gördüğüm diğer kentlerde sokaklarda tek bir çöp kovası yoktu !!! Yok, kaldırmışlar, yok etmişler… Herkes elindeki çöpü ufak bir poşete koyup çantasına koyuyor ve evine götürüp atıyormuş. Tüm ülkede sadece ve sadece havaalanlarında ve tren istasyonlarında çöp kovaları var, o da ayrıştırmalı ve sınırlı sayıda. Bu nedenle caddeler, sokaklar tertemiz, adeta bal dök yala…
Elektronik ise, başlı başına bir konu. Japonya denince baş konu, anlatmakla bitmez, tarif edilemez. Maalesef çok vakıf olduğum bir alan değil, bana gerektiği kadar kullanıyorum. Ama meraklısı için Japonya’nın ve özellikle de Tokyo’nun bir cennet olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim, etrafa bakmak yeterli zaten. Her yerde teknoloji hayatın içinde, hayatı  yönetiyor ve düzenliyor. Tabii çocuk ve gençlerden başlayarak herkes de, bu kolay ve ucuz erişebildikleri nimetten sonuna kadar yararlanıyorlar. Herkesin elinde en son model akıllı telefonlar, bilgisayarlar, tabletler. Genel sosyal alanlar ve merkezler teknoloji ile yönetiliyor, özellikle tren istasyonları, trenlerin içi, vs. Örneğin bir istasyona girdiğinizde, aynı anda düzinelerce tren farklı yönlere hareket ediyor. Hepsinin hareket yönleri, istasyonları, istasyonların arasının kaç dakika ya da saniye sürdüğü, elinizdeki bilet yerine geçen karttan her istasyon ya da parkur için kaç puan çekileceği, yani ücreti, bir bakışta göreceğiniz şekilde elektronik panolarda görüntüleniyor. Biraz aşina olduktan sonra, tüm yaşamınızı teknolojinin ellerine bırakıp, bu koskoca dünya kentinde babanızın evinde gibi rahatça ve güvenle hareket edebilirsiniz. Sadece birkaç güne ihtiyacınız var. Biz yaklaşık 2 günde falan çözdük sanırım. Tek sorun dilde. Her yerde İngilizce yazmıyor, artık onu da İngilizce bildiğini varsayıp gözünüze kestirdiğiniz bir Japonu darlayarak halledebilirsiniz…
Tokyo’nun teknoloji ve elektronik merkezi, “Electric Town” (yani elektrik şehri) adı verilen Akihabara semti. Buraya direkt ulaşan metro veya trenle gelebiliyorsunuz, ondan sonra Allah kolaylık versin, çünkü dönüşünüz öyle kolay olmuyor. Metrodan çıkıp etrafa bakınca, gözün görebildiği her yer elektronik mağazaları. Cıvıl cıvıl, kat kat ve her kat yüzlerce metrekare. İçinde kayboluyorsunuz. 
 
Din ve  gelenekler
Japonya’da  tarihten gelen 2 tane geleneksel din var:  Şinto ve Budizm. Şinto ülkenin en eski ve yerli dini. Eskiden ormanlarda, dağlarda, denizlerde, kısacası doğada “kami” denilen ruhların yaşadığına inanılırmış. Doğa ile uyum içinde yaşayan eski topluluklar bu ruhları sayarlarmış. İşte bu inanç Şinto dininin temelini oluşturuyor. Mabedleri ise bu tanrılara tapınılan Şinto tapınakları. Budizm ise Şinto’dan farklı olarak 6. yüzyılda, Çin ve Kore yoluyla Hindistan’dan gelmiş.Günümüzde Budizm daha yaygın ve çoğu devasa ve görkemli tapınak Budizme ait. Ama günümüzde hala düğün törenleri Şinto dininin, cenazeler ise Budizmin kurallarına göre yapılıyor. Tamamen bir sanayi ve teknoloji şehri olmuş olan Tokyo, geleneksel yapısını neredeyse tamamen kaybetmiş ve görece az sayıda tapınağa ev sahipliği yapıyor. Budist tapınakların çoğu ise, Kyoto ve Nara gibi daha geleneksel yapıdaki şehirlerde. Şintocu ve Budistlerin dışında, 16. yüzyılda Portekizli denizciler aracılığıyla gelen Hristiyanlığa mensup olan Japonlarve sonradan yerleşen küçük Müslüman topluluklar da var. Bunlara Tokyo’daki birkaç yüz kişiden oluşan Türk kolonisi, ayrıca Pakistanlılar ve diğer Müslüman Asya toplulukları da dahil. 2000’de hizmete açılan Klasik Osmanlı üslubundaki caminin yapımı, Türkiye Cumhuriyeti tarafından gerçekleştirilmiş. Cami günümüzde bir kültür merkezi olarak da işlev görüyor ve imamı da Türkiye’den atanıyor. Gezimiz sırasında, şimdiki genç ve güleryüzlü imamla tanışıp dost olma şansına da sahip olduk.
 
Japon mutfağı
Japonya’ya gitmeden önce Japon mutfağı hakkında bilgilenmeme ve çok yönlü ve zengin bir mutfak olduğunu öğrenmeme rağmen, yine de bir tedirginliğim vardı. Çok miktarda çiğ balık ve deniz ürünü barındırdığı izlenimi edinmiştim ve suşi ve çiğ balık ağzıma koymadığım şeylerdi.  Ama varır varmaz ilk karşılaşmadan itibaren çok hoş sürprizlerle karşılaştım ve bu sefer de dönmeden Japon mutfağının birbirinden leziz spesiyallerini tatma yarışına girdim. Türklere hiç de yabancı bir mutfak değil ve üstelik çok leziz. Bol miktarda deniz ürününün yanı sıra, bol sebze, et, salata çeşitleri, enfes çeşnili makarnalar, pilavlar var. Bir de bize hayli ilginç görünen ve başka hiçbir yerde görmediğim hoş bir adet var lokantalarda. Lokantaların vitrinlerinde, içeride  sunulan yemeklerin sanki aynıları gibi duran plastik replikaları var ve görerek seçiyorsunuz; önünüze dürüstçe ne gördüyseniz o ölçekte geliyor!
Japonlar, genelde içinde et ve sebze çeşitleri ve erişte bulunan sulu yemekler (Ramen) yiyorlar. Turşu da çok sevilen ve her sofrada yer alan bir lezzet ve biraz tatlımsı…
Yemeklerini, ekşi tatlı soya bazlı soslar dökerek tatlandırıyorlar.  ‘Soba’ dedikleri makarna çeşitleri ise İtalyan makarnalarından bile daha lezzetli.
Tempuradan bahsetmeden geçmemek lazım, çünkü bana en çok hitap eden lezzetlerden biriydi. Tempura, una ve yumurtaya bulanarak, çok kızgın yağda hızla kızartılan ve çıtır çıtır yenen sebzeler ve karides,vd. deniz ürünlerinden oluşan bir yemek. Tadına doyum olmuyor.
Kısa bir süre içinde görüp tanıyabildiğim ve kısaca sizlere tanıtmaya çalıştığım Japonya ve Tokyo, gerçekten bize bir başka gezegen kadar uzak ve yabancı, ama insan yapısıyla da son derece yakın ve dost bir ülke. Ve Japonların Türkiye’ye olan ilgisi, büyüyerek artıyor. Bu ilgiden Kastamonu da nasibini alır mı derseniz, neden olmasın? Ben bunu çok mümkün gördüm, zira Japonlar tarih, kültür ve otantiklik meraklısı bir halk. Bizim tek yapmamız gereken, sahip olduğumuz kültürel değerleri, onların beğenisini kazanacak şekilde sunmaya hazırlanmak ve onların rahat edebilecekleri konaklama imkanlarını hazırlamak. Ondan sonrası  “Konniçiva* Japon dostlar..”
 
Kastamonu, Ekim 2014

  • çerez

çerez

kabul