Kafkasya gezimizin bu üçüncü ülkesi, yaklaşık 70.000 km2 yüzölçümle Ermenistan’dan biraz daha büyük. Gürcistan, güneyde Türkiye, Ermenistan, Azerbaycan, kuzeyde de Rusya Federasyonuna komşu. Ermenistan’la Azerbaycan’ın diplomatik ilişki kurmamasına karşılık, bu iki ülkenin de, üçüncü ülke olan komşu Gürcistan’la ilişkileri gayet iyi. Özellikle birçok Ermeni Gürcistan’da, birçok Gürcü de Ermenistan’da yaşıyorlar ve birbirlerinin dillerini konuşuyorlar. Örneğin bizim Ermeni partner acentamızın temsilcisi Gürcistan’da yaşayan bir Ermeni genciydi ve hem Tiflis’te, hem de Erivan’da evi vardı. Şirketi Erivan’daydı, hatta eşi de Erivan’daki evde yaşıyordu, ama kendisi Tiflis üniversitesinde yüksek lisans yapıyor ve sürekli iki ülke arasında mekik dokuyordu. Keza şöförümüz de, Ermeni kökenli bir Gürcüydü. Bu durumda çok insan olduğunu öğrendik. Özellikle ekonomik çıkarlar nerede olmayı gerektiriyorsa, ona göre bir hareketlilik söz konusu ve turizm Gürcistan’da gerçekten ciddi bir kalkınma dinamiği olma yolunda. Daha ilk anda edindiğimiz bu izlenimlerle sınırdan girdikten yaklaşık bir saat sonra Tiflis’e vardık. Şehrin tam merkezinde, Devlet Başkanı Saakaşvili’nin saray boyutlarındaki rezidansını tam cephende gören, son derece güzel ve lüks otelimize yerleştik. Hava hayli geç karardığı için, dışarıda yiyeceğimiz akşam yemeği için yürüyerek şehri geze geze yola koyulduk. Erivan’ın aksine Tiflis, içinden su geçen bir şehir ve bu özelliğiyle hemen kalbimizi kazanıveriyor. Biz deniz ülkesi çocukları, bu su sevdasını her gittiğimiz yerde yaşıyoruz ve “sulu şehirler”, bizi cezbetme konusunda işe bir puan önde başlıyorlar. Tiflis’in tam ortasından geçen ve şehri ikiye bölen nehir, aslında yabancımız değil: bizim topraklarımızda doğan ve Gürcistan’a, oradan da Azerbaycan’a geçerek, Hazar Denizi’ne dökülen Kura nehri, Gürcüce Mtkvari, ama böyle yazıldığına bakmayın, Gürcüler bunca sessiz harfi yanyana yazıp, sonra sadece “Kvari” diye okuyorlar. Yeri gelmişken, Gürcü dili ve alfabesi de tıpkı Ermenilerin olduğu gibi, kendilerine özgü ve ünik. Ve onların da alfabeyi değiştirmeye hiç niyetleri yok, ulusal birliğin çok önemli bir mihenk taşı çünkü….
İlk akşam, Gürcistan’la ilgili ilk önemli gastronomik saptamalarımızı yapıyoruz ve diyoruz ki mutfağı ve özellikle şarapları sınıfı fazlasıyla geçer: bol sebze, zeytinyağlılar, zengin salatalar, hamur işi olarak bir tür devasa mantı, içi kaşar peyniri dolu çok enfes tereyağlı pideler, türlü çeşitli hazırlanmış mantar yemekleri. Özellikle bu sonuncusu, doğal mantarın ne kadar lezzetli ve besleyici bir gıda olduğunu bir kez daha hatırlattı bize ve korkusuzca yedik. Son güne kadar da bu böyle sürdü.
Tiflis’teki ikinci günümüzde önce tarihi şehir merkezini yürüyerek gezdik. Sovyet rejiminden çıktıktan sonra, Batıdaki birçok örnekte olduğu gibi (Prag, Budapeşte, Üsküp, Zagrep, Dubrovnik, vd.), yoğun bir restorasyon faaliyeti başlamış, eski Sovyet öncesi Neoklasik yapılar onarılıp ortaya çıkarılıyor, otantik yapılar, mahalleler, bohem sokaklar oluşuyor, bar-cafeler açılıyor. Ve bu restorasyonların bir çoğuna Batılı fon kuruluşları, vakıflar, dernekler destek oluyor. Tarihi şehirde Narikala kalesi, eski bir kervansaray (Tiflis’in, ipek yolunun önemli bir durağı olduğunu hatırlatıyor), sinagog (geçmişte ciddi sayılara ulaşan bir Aşkenaz Yahudi varlığı varmış, şimdi de hala küçük bir cemaat var), Azerilere ait çok eski ve güzel bir hamam ve kükürtlü kaplıca ve tabii ki şehrin en önemli dini yapısı, Gürcü kilisesinin uzun süre patriklik makamı olan Sioni katedrali. Gürcüler Hristiyan Ortodoks mezhebine mensuplar. 19. Yüzyılın başına kadar Fener Patrikhanesi’ne bağlı olan kilise, 1811’de Rusya’ya ilhak oluşla birlikte Rus Ortodoks kilisesine bağlanıyor, ta ki Sovyet Devrimi tekrar bağımsızlığını tanıyana dek. Ancak bu sözde bir tanıma, gerçekte ise, Sovyet dönemi kilise için bir felaket dönemi olarak anılıyor, din unutturulmaya çalışıyor, kiliseler ihmal ediliyor, yıkılmaya terk ediliyor, hatta işlev değiştiriyor. İlginçtir, Gürcü kilisesinin makus tarihini olumlu yönde ilk değiştiren, kendisi de bir Gürcü olan ve 4 kez Gürcistan’da günah çıkartmış olan Stalin oluyor…1943’te Stalin’in emriyle kiliseye “Otokefali” denilen kendi başına buyrukluk payesi veriliyor. Bu tarihten sonra kilise kendi bağımsız patriğini seçmeye başlıyor ve bu günümüze kadar böyle geliyor.
Öğleden sonra ise, Tiflis’e yirmi dakikalık mesafede bulunan 3000 yıllık eski başkent Mzcheta’ya (Mşeta gibi okunuyor) gidiyoruz. Buradaki 11. yüzyıldan kalma muhteşem katedral Sveti Zchoveli, mimarisinin görkemiyle ve içindeki yüzlerce çok iyi korunmuş freskle bizleri büyülüyor. Ortodoks Gürcü Kilisleri, Ermeni kiliselerinin aksine, zengin iç bezemeleri ve freskleriyle öne çıkıyor. Hele bunların iyi korunmuş olanları, sanat tarihi meraklıları için bulunmaz bir hazine. Uzun uzun inceleyip fotoğraf çekiyoruz. Bu kilisenin bahçesinde ayrıca, ülkenin ilk Hristiyan kral ve kraliçesinin mezarları da var, yani en eski kraliyet mezarlığı. Buradan, yakındaki rahibeler manastırına gidiyoruz. Burada dikkatimizi çeken, kilisede ve manastırın bahçesinde dolaşan çok sayıda ve çok genç rahibe kızlar. 16-17 yaşlarında birçok rahibe, kah kiliseyi temizliyor, kah bahçede çalışıyor. Sanki mıntıka temizliği yapan genç erler gibi görünüyorlar. Bu kadar çok sayıda genç kızın neden manastıra kapandığını sorduğumuzda, bunun son yıllarda özellikle yoksulluğun bir sonucu olduğunu, kendini beslemekte zorluk çeken ailelerin kızlarını manastıra verdiklerini öğreniyoruz. Gerçekten de Gürcistan’da ziyaret ettiğimiz veya mola verdiğimiz her kırsal yerleşim biriminde, işsizlik baş sorun olarak anlatılıyor. Herkes iş imkanını büyük şehirde, özellikle de Tiflis’te görüyor. Böylece 4,5 milyonluk ülkenin başşehrinin nüfusu bir milyonu aşmış.
Rusya’yla çözülemeyen sorun: Güney Osetya sorunu
Gürcistan’da bugün 26 farklı etnik grup yaşıyor. Tarihten günümüze kadar gelen etnik çatışmaların temelinde de bu olgu yatıyor. Halkın %83’ü Gürcü; bunun dışında, Azeriler, Ermeniler, Osetyalılar, Abazlar, Rumlar, Kürtler, Yahudiler ve daha birçok başka azınlık var. Gürcistan’ın en büyük sorunları, Abhazya ve Rusya’yla arasındaki Güney Osetya sorunu. Bu sorunların da kökeni, tarihin derinliklerinde yatıyor. Abhazlar, Kuzey Kafkasyanın eski bir halkı ve hem Osmanlı hem de Çarlık döneminde ulusal kimliklerini korumuşlar. Osetler, İran kökenli bir halk ve 16. yüzyılda kuzey Kafkasya’ya, şimdiki kuzey Osetya’ya yerleşmişler. Daha sonra güneye, Gürcistan’a inmişler. Sovyetler birliği ilk kurulduğunda her iki halk da, Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti içinde yer aldı. Daha sonra da Gürcistan Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlandılar. Ancak Sovyetler Birliği dağılınca, Gürcistan Bağımsız Cumhuriyeti oluşurken, Abhazya ve Osetya, bağımsızlık talep ettiler. Bu da Gürcistan’la savaş nedeni oldu. 1993’te biten savaş sonunda Abhazya bağımsızlığını ilan etti. 70 bin nüfuslu Güney Osetya da, 1991’den itibaren Gürcistan’ın otoritesini tanımamaya başladı.
Güney Osetyalılar, etnik ve kültürel bağlarının bulunduğu Rusya sınırları içindeki Kuzey Osetya ile birleşme kararı almış ve 2 referandumla bunu kesinleştirmişlerdi. Sonunda 2008 Ağustosunda bir hafta süren ve Rusya’nın Osetleri desteklediği bir savaş sonunda Gürcistan’la ateşkes sağlandı ve Güney Osetya, şu an için sadece Rusya, Venezüella ve Nikaragua tarafından tanınan bağımsız bir ülke haline geldi. Bağımsız görünmesine karşın, Rusya, bu ülke vatandaşlarına pasaport veriyormuş. Bu da haliyle Gürcüleri çok kızdırıyor ve Rusya deyince her Gürcü’nün yüzü değişiyor. Bütün bu gürültü içinde Acaristan özerk bölgesi Gürcistan’a bağlı olarak varlığını sürdürüyor. Gürcistan şu anda var gücüyle ekonomisini stabilize etmeye ve gelişmeye çalışıyor. Ekonominin temel dinamikleri, Kafkasların transit geçiş ve turizm ülkesi ve Karadeniz kıyısında önemli bir turizm merkezi olmaktan (nitekim varlıklı Ermeniler ve hatta İranlılar Batum, Poti gibi sahil kentlerine akın akın tatile geliyorlar) geçiyor. Üretim olarak ise, şarapçılık, narenciye, çay üretimi önemli girdi sağlıyor. Gürcü şarapları, sınırlarını aşan bir üne sahip, şarap bölgesi ülkenin doğusundaki düzlükler.
Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı bir diğer önemli ekonomik avantaj. Bu sayede Gürcistan’a, uluslararası gaz ve petrol aktarımında önemli bir rol biçilmiş durumda. Gürcistan AB’ye aday olmak istiyor ve şimdilik özel bir “ortaklık anlaşması” için görüşmeler sürüyor. Sırada ise Ermenistan ve Azerbaycan’ın olduğu ifade ediliyor.
Tiflis’ten Batum’a
Sondan ikinci günümüzde, ülkenin ikinci büyük kenti ve dini bir merkez olan Kutaisi’de çok önemli 2 dini yapıyı, UNESCO kültür mirası olan Bagrati katedralini ve Gelati manastırını görüyoruz. Ardından gezimizin son durağı olan Batum’a doğru yola çıkıyoruz. Batum, Gürcistan’ın Karadeniz’e açılan kapısı, Acaristan özerk cumhuriyetinin başkenti ve eski Osmanlı toprağı. Dilimizde o malum türkü: “Ben giderum Batum’aa, Batum’un batağunaa….” Buradaki batak lafının, gerçekten de Batum’un geçen yüzyılın başına kadar bataklıklarla kaplı olmasından kaynaklandığını öğreniyoruz. Zaman içinde kurutularak, şehir inşa edilmiş. Batum’a yaklaşırken coğrafya ve iklim değişiyor. Tıpkı bizim Doğu Karadeniz sahillerini andırıyor; yemyeşil yüksek dağlar kıyıyı yakından izliyor, sahilde ise nemli bir Akdeniz iklimi hakim. Bol okaliptüs (bataklıları kurutmak için dikilmiş), narenciye, fındık, palmiye, hatta muz görmek mümkün. Sahil boyu oteller, moteller, eğlence yerleri, casinolar ve şimdiye kadar Gürcistan’da görmediğimiz bir zenginlik ve bolluk. Modern ve şık otelimize yerleştikten sonra şehri yürüyerek geziyoruz. Liman tam şehrin ortasında. Sahil boyu yemyeşil, bakımlı bir park ve hemen ardındaki upuzun, temiz kumsalın her yerinden denize giriliyor. Şehrin ilk 5 yıldızlı oteli olan Sheraton’u da yine tanıdık bir Türk firması yapmış ve işletiyor. Oteli geziyoruz ve tam not veriyoruz. Fiyatlar da bizdekilere göre makul. Mükemmel bir somon ızgara, salata ve biradan oluşan öğle yemeği menüme, sadece 40 TL ödüyorum. Batum’un 19. yüzyıldan kalma görkemli Avrupai mimarisi, şimdilerde çokca uluslararası destek projesi ve sermayesiyle ayağa kaldırılıyor. Yollar yeniden döşeniyor, düzenlemeler yapılıyor. Şimdilik her yer inşaat, ama durum onu gösteriyor ki, en fazla 3-4 sene içinde Batum, mükemmelen korunmuş ve restore edilmiş bir tarihi şehir olacak ve şimdikinden kat kat fazla turist çekecek. Bütün bu turizm ve inşaat hamlesinde yine Türk firmaları ön saflarda. Zaten Gürcistan’ın orta kesimlerinden batıya, sınıra doğru ilerledikçe, yollardaki kamyon ve TIR trafiğinin neredeyse tamamı Türk plakalı araçlardan oluşuyor. Türk taşıma filoları, hammadde, gıda, yapı malzemesi ve insan taşıyorlar. Batum sınırından her gün vızır vızır sayısız Gürcü yolcu otobüsü, İstanbul’a doğru yola çıkıyor. Bu ticari gezginler, Türkiye’de ucuza aldıkları malları, cüzi bir karla ülkelerinde satıyorlar. Sadece Gürcüler değil, Ermeniler de, Gürcistan ve Batum-Hopa yoluyla Türkiye’ye akın akın giriş yapıyorlar.
Bütün bunlar, Kafkasya’nın bu 3 ilginç ülkesini gördükten sonra bize şunları düşündürüyor: Türkiye, Azerbaycan, kah savaş, kah barış içinde yaşamışlar, ortak bir kültürü yaratmışlar ve paylaşmışlar. Geçmişteki uzlaşmazlıklar ne olursa olsun, bugün bu ülkelere ve halklarına baktığımızda, yakınlaşmanın, paylaşmanın, geçmişin kötü anılarını unutup, güzel anılarını canlandırmanın ve ticaret, Ermenistan, Gürcistan; bu dört ülke halkları, tarihin çeşitli dönemlerinde ortak bir coğrafyada ve turizm başta olmak üzere sahip oldukları sayısız ortak paydaları avantaja çevirmenin ihtiyacındalar. Umarım bunu hayata geçirebilecekleri günler yakındır….